2 Ağustos 2012 Perşembe

Çayına yağmur yağıyor ve kalbime yaşlar akıyor. Ocakta çorba kaynıyor. Bir çocuk poşetten yaptığı beyaz uçurtmasını uçuruyor ve bir çocuk yarasına bakıp ağlıyor.
Sesimi duyuyor musun? Tam olarak seni sevmediğimi söylüyordum.
Az sonra otobüsüm kalkıyor ve içimdeki şehirlerden seni terk ediyorum. Sen gidiyorsun ve ben kalıyorum. Ben gidiyorum ve sen tükeniyorsun. Tükenmenin anlamını biliyor musun? Ben tükeniyorum mesela. Sen tükenmiyorsun. Sen içimde hiç bitmiyorsun.
Güneşin batışı, ayın doğuşu, ayın batışı ve güneşin doğuşu. Hiç son bulmuyor.
Neyi özlediğimi bilmeden özlüyorum ve bu durum canımı sıkıyor. Sen canımı sıkıyorsun.
(Henüz geçen gün artık canımı sıkmayacağına dair söz vermiştin, kafamın içinde!)
Ve seni özlemeyeceğime dair söz vermiştim kendi içimde.
Tutamadığın sözler verme, diyen bir babam vardı sana bahsettiğim. 
İşte ben babamı senin için dinlemedim. Dinlemeli miydim? Sadece senden vazgeçmeliydim.
Vazgeçmek kolay da, seni bırakmak zor be sevgilim (!), zor senden gitmek.
Zor seni unutmak ve zor seni sevmek. Seni sevmek.
Ne de çok öldürüyormuş meğer beni, her şeye rağmen seni sevmek.

12 Haziran 2012 Salı


Çay alır mısın? Tamam fincanını bana ver de sana çay dökeyim. Kaç şekerli? Ah şekersiz mi, tamam al bakalım.

Bu senin yeni alışkanlığın herhalde? Yani çayı şekersiz içmenden bahsediyorum. Gitmeden önce çayına iki tam ve bir de yarım şeker atardın sen. Şekeri kırmak benim için zor olurdu ama sen iki parmağının arasında hemen kırardın. Beni de alıştırmıştın hatta ge... Pardon gevezelik ettim. Ne diyordum? Zaten ben de artık çayımı bir şekerli içiyorum.

"Doktor şekeri azaltmamı söyledi ve ben de artık şekersiz içmeye karar verdim. Sen de denemelisin çayın tadını daha güzel alıyorsun böyle. Biraz acı geliyor ama zamanla alışıyorsun ve şekeri aramıyorsun."
Seninle ilk tanıştığımızda çayı neden bu kadar çok şekerli içtiğini sormuştum sana. Aslında çok fazla değildi ama bana iki buçuk şeker fazla gelmişti işte. O zamanlar ben çaya hiç şeker koymuyordum tabi, sonra zamanla koymaya başlamıştım. Peki sen soruma hangi yanıtı verdiğini, hangi sebeple içtiğini hatırlıyor musun? Ne demiştin?
"Hayatım normalinden daha acı ve onu tatlandırmak bana düşüyor yani çayı şekerli içerek hayatımı yaşanabilir bir hale getiriyorum. Sen de denemelisin, şekerli hayat oldukça güzel gidiyor."
Evet doğru, aynı bunları söylemiştin bana. Ve sana inanmamı sağlamıştın. Aslında ben kendiliğimden inanmıştım. Her sözüne inandığım gibi. Hayatı seninle şekerli yaşamaya başlamıştım o günden sonra. Ama sanırım hayatı fazla şekerli yaşamak senin için fazla iyi gitmiyordu. Aslında her şey yolunda gibiydi. Yoksa gitmiyor muydu?
"Abartıyorsun. Doktor şekerli içmemi yasakladı çünkü sağlık sorunlarım doğdu hepsi bu. Nereden bu konuya geldik şimdi? Şekerli hayatımdan gayet memnundum ben. Böyle yargılayamazsın."
Şekerli hayatından gayet memnundun evet. Memnundun ve bu hayatı bırakıp bir anda gittin. Ama memnun olmadığından değildir tabi, sen sadece gittin. Hakkın var. Sen hayatın tadını almak isteyenlerdensin.

Çayı şekersiz içerken çayın tadını daha iyi alıyorsun. Ve hayatı şekersiz yaşayınca da hayatın tadını içinde daha iyi hissediyorsun. Doğru mu? Yanılıyor muyum, yoksa yine mi abartıyorum? Sen eskiden susmazdın, bir şey söylesene?
"Ben seni bırakıp gitmedim. Sen gitmeme neden oldun. Sen aptal gibi davrandın."
Aptal gibi davranmadım. Ben zaten aptaldım. Kalbimi sana kaptırdığım ilk günden beri ben her gün daha da aptallaştım. Nil Karaibrahimgil dinler misin? Eskiden dinlemezdin ama belki müzik anlayışın da değişmiştir diye sordum. Aşkın sözlük anlamına ne dediğini bilirsin belki diye. Neyse, önemli değildi zaten. Ben aptaldım.

Aptaldım çünkü seni sevmiştim. Aptaldım çünkü çayıma şekeri, hayatıma seni almıştım. Bütün alışkanlıklarımı halının altına teptiğim tozlar gibi atmıştım bir kenara. Niçin? Senin için. Niçin? Bizim için. Kendim için yıllardır hiçbir şey yapmadan, aldığım nefesi senin için vermiştim. Aptaldım çünkü sana "gitme" demiştim.
"Ben artık kalksam iyi olur. Çay güzeldi, teşekkürler."
Çay güzel miydi? Çay güzeldi. Çay şekersiz sana daha güzel. Sevindim. Çayı beğendiğine sevindim. Sen artık kalk, tamam. Hadi yine git. Ben sana "gitme" demeden hemen uzaklaş. İstersen gel yine, şikayetim yok senden. Güzeldi her şey. Güzeldi seninleyken yaşantım. Zaten sadece seninle "yaşam"dı adı hayatımın.

Çay güzel miydi? Çay güzeldi. Sen artık git. İstersen gel yine. Ama gelirken getirmeyi unutma.

Çayımın ve hayatımın eksik kalan şekerlerini diyorum. Onları çalman hoş bir davranış değildi. Seni hırsız olarak yargılamayı sevmiyorum. Getir olur mu? Hadi ne dikilip duruyorsun karşımda? Gitmiyor muydun?

Seni sevmiyorum.

11 Haziran 2012 Pazartesi


Pazar mı bugün günlerden yoksa pazartesi mi? Hayır daha cumartesi, saat gecenin bir yarısı. Güneş görünmeden fark ettiriyor sıcaklığını. İnsanları kavurmak için bu üç ayı iyi değerlendireceğe benziyor.

Soda açtım az önce. Sevmiyorum ben soda. Midemi yakıyor. Ama açtım işte. Duruyor masada.

Dışarıdan bir kadının sesi geliyor. Sandalyeden kalkıp hafifçe uzandım da, ancak gördüm bizim evin arkasındaki geniş çimenliğe oturduğunu. Kulağında telefon, bağıra bağıra konuşuyor bu saatte.

Kiminle konuşuyor acaba diye biraz düşündüm de karar veremedim tam olarak. Belki ev arkadaşıdır. Belki annesi veya babası. Ama eğer öyleyse de, onları hiç sevmiyor olsa gerek. Fazla sinirli. Belki de, sevgilisidir. Hayır, eski sevgilisidir. Bak daha da bağırmaya başladı kadın. Heyecanla anlatıyor bir şeyler.

-Sen gittikten sonra Mabel'e bir erkek buldum ve çiftleştiler. Mabel doğurdu biliyor musun? Üç tane, tam üç tane yavrusu oldu. İsimlerini düşünmedim henüz. Sen gelirsin diye düşünmedim. Senin geleceğini düşündüm. Geleceksin dimi? Ne zaman geliyorsun? Mabel doğurdu. Onları sevmeye gelecek misin?

Telefonun karşısındaki her kimse bu kızdan çekeceği var, diye düşündüm önce. Bütün gece içip bizim arka bahçeye oturup konuşmalarına göre de büyük ihtimal eski erkek arkadaşını arayan bir kızdan ben bile bu gece fazlasıyla çekmiştim ya, karşıdakinin tarafında olduğumu hissettim sanki. Kızı pek sevemedim.

Az önce kendim içeceğim diyerek aslında senin için açtığım sodayı görünce değişti fikrim. Yalan söylemeyeceğim, yoksa cidden sevmeyecektim kızı. Ama soda sayesinde sevdim işte. Devam ettim sonra dinlemeye. Hep aynı şeyleri tekrar edip duruyor bu tanımadığım kız  : 

"Mabel doğurdu. Üç yavrusu oldu. Gel. Geleceksin dimi? Beni al buradan. Mabel'e gidelim."

Satırlarımı böyle ağır ağır düşünerek yazarken çayımın soğumasına alışmışım ben. Çayımı bir seni beklerken, bir de böyle yazı yazarken soğutmaya alışmışım. Şimdi "Sodam soğuyor" diyesim geliyor hep de diyemiyorum. Ama hava sıcak. Az önce buz gibi olan soda yavaş yavaş başlamış ısınmaya. 

Tamam buldum, bunu söyleyebilirim bu yazıyı yazarken, "sodam ısınıyor."

Mabel'in cinsini merak ettiğimi söylersem hakkımda ne düşüneceksin? Mabel'in cinsini merak ediyorum. Bir kedi almak istiyorum ve onun Mabel kadar güzel olmasını istiyorum. İstiyorum çünkü kadının anlattıklarına göre Mabel güzel bir kedi. Çok güzel bir kedi. Mabel, ismi bile bir güzel kedinin değil mi?

Daldım kadını dinlemeye. Yazıyorum öylesine satırları. Sıkılıyor musun sen? Ben sıkılıyorum. Ve sodam ısınıyor. Dünya dönmeye devam ediyor. Ve kadın artık daha da sesli bağırıyor.

İnsanlar bu yaşadığımız şeye "hayat" diyor. Yaşam kelimesi yanında fazla güzel kalıyor.

İnsanlar geliyor senin "hayatına" ve sonra sanki hiç gelmemiş gibi gidiyor. Seni seviyor insanlar. Seviyor ama sanki sevmiyormuş gibi üzüyor. Sevmelerinin bir sınırı varken, üzmelerinin bir sınırı olmuyor. Her geçen gün daha fazla canını yakıyorlar. Hele ki karşı cinsin. Seni yeniden doğmuş gibi hissettirip sonra bir anda öldürüyor. Sen hiç anlamıyorsun gelişini ve gidişini. Bir bakmışsın var, ve bir bakmışsın yok.

Onlara "insan" deniyor. Sana "insan" denildiğinden daha farklı bir anlam taşıyor.

Sen seviyorsun. Sen çok seviyorsun. O da seni seviyor. O da seni çok seviyor. Ama "hayat" ya bunun adı, "kader" ya dedikleri, o insan seni bırakıp kendi hayatına devam ediyor. Hiç var olmamış gibi. Hiç sevmemiş ve seni hiç sahiplenmemiş gibi. Güzel günler hiç sizin olmamış gibi. Güzel günler kayboluyor. 

Toprağın altındalar mı sanki? Öyleler mi? Güzel günler, gittiler mi?

"Hayat" ya bunun adı. Peruk gibi hüzünlü hayatın her bir günleri. Ama Mabel çok güzel bir kedi.

Ve Mabel Matiz çok güzel. Mabel Matiz'in şarkıları çok güzel. Mabel Matiz sen misin ki kedi?
“Bahçe kapısının önlerinde halı yıkamak yasaklandı!”
“Artık insanlar evlerinin önünde kına gecesi  yapamayacaklar!”

Bu kuralları duyalı ve iç geçirip “keşke” diyeli bir hayli oluyor aslında. Artık sokaklarda şenlikler yapılmıyor, halılar yıkanmıyor, yaz günlerinde oturup çekirdek çitlenmiyor. 

İnsanlar “komşuluk” kavramını unutalı, birbirine dost değil düşman olalı bir hayli oluyor. Kin, öfke, dedikodu; hayatımızda yerini çok uzun seneler önce yerini göstermeye başladı.

Yedi yaşlarında mıyım o zamanlar, yoksa sekiz mi?

Yeryüzü ve üzerindeki insanlar güneşin sıcağından kavruluyor. Maddi durumu iyi olanlar alıp başını tatil beldelerine gidiyor. Yazın keyfini çıkarıyor. Lakin geriye kalanlar yazın bu en sıcak döneminde yine evinde yapması gereken işler ile kan ter içinde boğuşuyor.

Ben henüz küçüğüm ve biz, geriye kalanlardanız.

Mahallede hiç arkadaşım yok. Sokağa sabah erkenden çıkıp, akşam ezanı olmadan döndüğüm zamanlarım yok. Keyifli oyunlarım yok. Ailem var sadece. Benimle karton bebeklerime kıyafet kesip giydiren birkaç ablam (hayır kuzenim) ve ailem var.

Bizim sokak, bizim yarımıza ait. Altı kardeşim üçü, bu sokakta yan yana.

O gün. Sıcaktan kavrulduğumuz günlerden biri. Bize iş var.

Dedim ya sokakta oynayacak arkadaşım yok. Kuzenlerim de yalnızca benimle ilgilenemiyor. Onlar büyük. Ben ailemle iş yapmak zorunda kalan tek kızım. Kardeşim çok ufak.

O gün. Sabahın erken saatinde kahvaltılar yapılmış. İş vakti gelmiş.

Annem ve yengemler tutmuşlar halıların iki ucundan. Önce bizim evdekiler, sonra babaannemin evindekiler ve diğer iki yengemin evindeki halılar tek tek taşınıyor aşağı. Gören olsa sormaya kalkmadan taşınıyor diyecek sanki. Öyle tahmin ediyorum.

Oturmuşum ben evimizin karşısındaki kaldırım taşlarına. Bekliyorum.

Halıların hepsi iniyor bir yarım saat kadar sonra. Bize iş var.

Seriyoruz halıları. Önce bizim evdeki halılar seriliyor. Tam evin önüne.

Benim boyuma göre bir hayli uzun sopası olan fırçalar alınıyor ellere. Bana veriliyor bir sabun. O zamanlar tek bildiğim Hacışakir. Var mıydı başka sabun? Ben bilmem.

Hava sıcak, giymişim kirlenmesine izin verilen bir şortumu.

Dizlerimin üzerine çöküp, annemin hortumdan gelen suyla ıslattığı kısımlarını sabunluyorum halının. Dizlerim halıya sürtünmekten tahriş oluyor da, hiç sesimi çıkartmıyorum. Kendimi kaptırmış bana verilen görevi biraz da kıkır kıkır gülerek yerine getiriyorum.

Yeri geliyor annemle görevleri değiştiriyoruz. Fırçaların sopaları uzun olduğundan onlara bulaşamıyorum. Sadece ıslatmaya izin var. Ben tutuyorum hortumun ucundan. Sadece halıyı değil ama, her yeri ve herkesi sırılsıklam yapıyorum. Hava sıcak, kızmak yok.

Sabunlu sular yolun iki kenarından yokuş aşağı doğru akıp gidiyor. Mahallenin insanlar halılara basmadan yolun kenarından geçip gidiyor “kolay gelsin” dileyerek. Kimi duruyor, bir işin ucundan da ben tutayım diye ısrar edip duruyor. Yardımsever komşular.

İnsanlar geçiyor da, arabalar geçemiyor tabi yoldan. Halılar kaplamış her yeri.

Kimi sesini çıkarmadan başka yoldan gidiyor. Yine dillerinde bir “kolay gelsin.”

Kimi ise bağırıp çağırıp duruyor. Yolda halı mı yıkanır, geç kalıyorum, sizi şikayet edeceğim diyip duruyor. Aldıran olmuyor bizimkilerden. O zamanlar kural olmadığından mı, kurallar harfiyen uygulanmadığından mı bilmem. Yalnızca sorun olmadığını kavrıyorum.

Akşama kadar halılar yıkanıyor. Bütün halılar yıkandıkça kuruması için seriliyor yine. Ya sokakta bırakıyor yol üzerinde kuruyor ya da halatların üzerinde asılıp bekleniyor.

“Sokağın kiri halıya gelir, temizlenmesi fark etmez” denilmiyor o zamanlar.

Bazı insanlar diyor tabi. Gönderiyor halı yıkamaya halılarını. Ya da evleri büyükse içeride yıkayıveriyor. Ama bizim maddi durumumuz o zamanlar iyi değil. Biz geri kalanlardanız.

Yedi yaşlarında mıyım o zamanlar, yoksa sekiz mi?

Çok güzel günler geçiriyorum her zaman. En büyük derdim ablamın benimle kağıttan bebek oynamaması oluyor. En güzel zamanlarım ise halı yıkama günleri. Yazın sıcağı gelsin de,  dizlerim tahriş olana kadar yıkayalım istiyorum hep. Böyle gün sayıyorum.

Küçüğüm o zamanlar. Böyle kurallar yok ve ben mutluyum.

Yazın sıcağı geliyor yine ertesi sene, sabunu halıya tüm canımla sürtüyorum.